Varoluş sırasına göre yedi tane sanat vardır
1. sanat resim ve heykel. Çünkü insanlık tarihine baktığımızda ilk önce mağaraların duvarına yapılmış resimleri ve daha sonra taptıkları ilahların heykelini yapmak için taşa şekil veren maharetli elleri tanıdık.
2. sanat müzik, yapmak için kendi elleriyle yarattıkları heykellere bir ruh vermek gerekiyordu. İşte o ruh olsa olsa müzikle olabilirdi ve tanrılar, kendilerine tapınan insanların söylediği sonradan ilahi formuna dönüşmüş, kendilerine olan yakarışları taş kesmiş halleriyle yüzyıllarca dinlediler. Ve bir gün tanrılara olan istekler zaman içerisinde yaratılan sahnelerle karşılıklı repliklere büründü.
Canlandırmalar, dilekler, ağlayış ve yakarışlar, zaman içerisinde ondan çok daha fazla beslenmesi düşünülen insanların izlemesi için yaratılan tiyatro alanlarıyla mimari bir yapı içerisinde kendine bir kimlik kazandı ve 3. sanat tiyatro doğdu.
Zaman geçtikçe anlatımlar zenginleşti ve işin içine hareket notasyonu girdi ve sözün yetmediği yerde 4. sanat kabul edilen dansın gücü kendini gösterdiğinde artık o sahneler çok daha zengin bir formun içine girmiş, sosyal hayatın vazgeçilmez bir paylaşımı olmuştu. Kavimlerin inanç sistemi ve içinde yaşayan toplumun ondan beslenme ihtiyacı daha büyük kitlelere hitap etme gereği aslında bir taraftan da toplumun düzeni ve yönetimin tekelleşmesi adına yöneticiler tarafından şart koşuluyordu. Binlerce insanı aynı anda izleyebileceği antik tiyatrolar ve diğer kurumsal binalarla birlikte yaşanacak evlerin kentlere kazandırdığı kimlikle imar planlamaları ile kendini göstermeye başlandığında, sistemli ve düzenli bir yaşamın temellerini atıyordu.
Edebiyat her ne kadar 5. sanat olarak kabul edilse de aslında bu sanat, tiyatroların kurulmadan önce antik dönem insanlarının inançlarını dile getirmeye başladıkları zamanlarla tohumlarını çoktan atmıştı ve 6. Sanat böyle doğdu. Yedinci sanat ise artık insanoğlunun son 200 yıl içerisinde sanayi devriminin tetiklediği dijital dünyanın bir sonucu olarak zamanımızda doğmuş bir sanat dalı olarak zamanın tüm insanlarının bizatihi takip içinde olduğu bir sanat dalıydı. Burada verdiğim tüm bilgilerden hareketle, mesele yine opera ve baleye geldiğinde; resim ve heykel, müzik, tiyatro, dans, edebiyat, yapı gibi altı sanatı da kapsamakla birlikte, takriben son 150 yılın sanatı olarak kabul edilen sinemanın insanlara ulaşma şeklini kullanarak, TV ekranları üzerinden büyük kitlelerle buluşması, opera ve balenin kitlesel olarak insanlara ulaştırma ve sanatın tiyatro koltukları kadar kısıtlı bir izleyici kitlesinden çıkıp milyonlarla buluşmasına olanak sağladı.
Aida Operası, tam da bu noktada ülkemizde gündem kazanan bir opera eseri olarak konuşulmaya başladı. Başka ülkeler opera ve bale gösterimlerini kendi halklarına TV kanallarında canlı yayınla halka açıyorlar mı? Bu konuda bir araştırma yapmadığım için hiçbir fikrim yok. Böylesine zor ve emek isteyen disiplinli işlerin ortaya çıkabilmesi oldukça zor. Opera ve bale, oldukça güçlü bir orkestra olmazsa gerçekleştirilemez. orkestranın icra edeceği eseri nasıl bir disiplin ve çalışmayla ortaya koyduklarını bırakın düşünmeyi çoğunuz tahmin dahi edilemezsiniz, tabii ki ailenizde ya da yakınlarınızda bir sanatçı yoksa! İşte böylesine emek isteyen işlerin her temsilinin kaydedilip halkın izlemesine olanak vermek sanırım bir ülkede yapılması gereken en öncelikli hizmetlerden biri olacaktır!..
Opera, bale ve müziğin profesyonelleri kolay yetişmiyorlar. Ankara Devlet Opera ve Balesi Müzik Direktörü ve Orkestra Şefi İtalyan Sanatçı Antonio Pirolli 33 yıldır ülkemizde tecrübelerini paylaşıyor. Orkestra şefliğinin zor bir meslek olduğuna, yetenek gerektirdiğine dikkati çekerek, "Eğitim alabilirsiniz, ama doğuştan bir yeteneğiniz yoksa orkestra şefi olamazsınız, sadece orkestra yöneticisi olabilirsiniz. 100 kişi tempo vurabilir, ama müzisyen bu kişilerden ya çıkar ya çıkmaz."[1] diyerek işin hassasiyetine parmak basıyor. Evet bir sanatçı kolay yetişmiyor! Çocuklarımızı yeterince müzikle, sanatla, kültürle buluşturamadığımızdan, tesadüf ettiğimizden onların keşfedemediğimiz yeteneklerinin kaybolup gitmesine neden olduğumuzdan çoğu anne-babanın haberi dahi yok! Kaç çocuğumuza yeteneklerini keşfetmesi için fırsat veriyoruz ve kaç tane keşfedilmemiş yetenek yok olup gidiyor kimbilir!..
(Bir önceki yazımda Türkiye’de operanın tarihi ve Süveyş Kanalı nedeniyle Mısır valisinin kanalın açılışı için hazırlattığı “Aida” operasının yazılma süreciyle ilgili bilgi vermiştim. Bu yazıyı okuduktan sonra o yazıyı da okumanızı tavsiye ederim. (bkz.: )) Çünkü Aida Operası’nın yazım aşamasını öğrenmek de en az Aida Operasını izlemek kadar önemli olduğu kanısındayım. Bu veriler, kafamızda oluşabilecek sorulara ve parçaları bir araya getirmenize yardımcı olacaktır.
12 Eylül 2020’de 26. Uluslararası Aspendos Opera Festivali’ne sergilenen “Aida” isimli operanın TRT 2 ekranlarında "ilk defa canlı olarak yayımlandığı ve bu durumun Türkiye televizyon tarihinde bir ilk olduğu" haberi tüm iletişim kanallarında reklam edildi! "Bu sayede tarihin gelmiş geçmiş en büyük en önemli bestecilerinden biri olan İtalyan sanatçı Guiseppe Verdi’nin ünlü eseri olan “Aida”, şimdiye kadar operaya gitmemiş binlerce insanın izlemesine olanak sağlayacaktı!.. Dünyaca oldukça bilinen bu ünlü ve tarihi operayı halkın izlemesi için imkânlarını kullanan devlet desteğinin de sanatın yaygınlaşması, halkın ihtiyacı olan sanatın evlerine kadar taşınması bakımından önemli bir hizmeti..."
İnsan ister istemez merak ediyor; Türkiye’de ilk defa 12 Eylül 2019’da mı bir opera TV kanalında canlı yayımlanmıştı? Halbuki çocukluğumda TRT ekranlarında canlı olmasa da kaç tane operayı TV’de izledim. İzleme oranı konusunda bir istatistiğe sahip değilim. Fakat izlediklerimin hiçbiri naklen yayınla bizlere izletilmedi diye Türkiye'de sanki bu zamanda kadar TV ekranlarında bir operanın yayınlanmadığını söylemek biraz abartıya giriyor kanısındayım. Son bir haftadır ekranlarda Aida Operası'nın “Türkiye de bir ilk!” olarak reklamlarının dönmesi, TRT'ye ve daha önce defalarca sahneleyen sanatçılara da haksızlık ediliyor diye düşünmeden edemiyor insan!
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdür olan Murat Karahan, genel müdür olduktan sonra dünya opera sanatı içerisinde oldukça çok rol aldı. Bu roller ve görevlendirmeler haliyle sınırlar aşırı da taştı. “Aida” operasında da Mısırlı komutan Ramides’i de Murat Karahan oynadı. Rolü gereği, Ethiyopya’dan Mısır’a esir olarak getirilen “Aida”ya aşık oldu. Bu aşkın “Aida” tarafından karşılık bulmasıyla gelişen olaylar neticesinde opera dört bölüm ve yedi sahneden oluşan seyrinden düzenlemeyle halkla buluşturuldu. Oldukça yoğun bir çalışmanın sonucu ortaya çıkabilen opera 21:00’da başlamış olmasına rağmen 3. ve 4. bölümler birleştirilerek zamanı kısaltılmaya çalışıldı. Buna rağmen 00.35’de sona erdi. Yani “Aida Operası” canlı yayın boyunca tüm aralarla birlikte tamı tamına 3 saat 35 dakika sürdü. Kostümler ve dekor oldukça gösterişliydi. Aspendos Antik Tiyatrosu’nun 3000 yıllık tarihi atmosferi içerisinde Mısır’a ait dekor ve kostümlerle oldukça büyülü bir atmosfer yarattı.
Aida Operası Kostümsüz ve Dekorsuz da Oynansa Aspendos'un Mistik Havası Tüm Eksikleri Görünmez Kılardı
Aida Operası’nın TRT’ de canlı izleyen bir seyirci olarak söyleyebilirim ki, Aida Operası hâlihazırlardaki dekorundan mahrum olsaydı, Aspendos’daki mistik ortamı eserde yaratılmaya çalışılan o mistik ortama oyuncuları da müziği de zaten başlı başına hazırlardı. Operayı Aspendos tiyatrosunda canlı izlemenin değerine elbette paha biçilemez, fakat TV ekranında izlemenin keyfi de bambaşkaydı. Bir opera eserini canlı olarak seyretme imkânı olmayan binlerce insanın hayatında ilk defa bir operayla buluştuğunu düşünecek olursanız, halkın hem de kendi resmi TV kanalında yine kendi vergisiyle hayat bulan opera ve balenin bünyesindeki sanatçıları evindeki konforun içinde izleme olanağı bulması, medyada bu konuya dikkat çeken birçok yazarın bunu gündemine taşımasına neden oldu.
Bu bizlere bir kere daha gösterdi ki “Türk milleti operaya, baleye, tiyatroya, sinemaya gitmiyor…” türünden eleştiri mahiyetinde yazılan ve Türk halkının sanattan anlamadığını ve bu tür sanat alanlarına sempati duymadığını söylemek hakikaten büyük bir haksızlık olur. Hayatında opera ve baleye gitmemiş insanlarımızın sosyal medyada hayatlarında ilk defa izledikleri operayı çok beğendiklerini ve büyük keyif aldıklarını paylaşmaları, hatta sanatçılar hakkında eleştirilerde bulunmaları, gelişime her zaman açık olmuş Türk halkına hizmeti sunmadan böyle bir eleştiride bulunmanın büyük bir haksızlık olacağını da söylemek gerekir. Bu konuda geç bile kalındığını söylemek isterim ve ülkemizdeki sanatsal alt yapının sadece eğitim kurumlarında bir avuç seçilmiş sanatçının ve yine onların sanatlarını icra ettikleri kesimin ülkede hem ekonomik hem de sosyal yönden kendini belli bir seviyeye taşıyabilmiş olmaları üzerinden Türk halkının sanata yatkınlığı ve sanatsal eserleri takip etmedeki oranın düşüklüğü, ne yazık ki gerçekleri yansıtmamaktadır. Ülkemizin gelişmesi için kültürün işlenerek ortaya çıkartılacak olan sanatsal eserlerin sayısının artırılması adına mutlaka yeni projeler üretilmelidir. Yanılmıyorsam geçen yıl gösterime giren ve dünyaca ünlü piyano virtüözümüz Fazıl Say’ın bestelediği “Troya” adlı opera, tamamen Türk yapıtıdır ve sözleri de Türkçedir. İlk defa Rusya’da gösterime girerek görücüye çıkmıştır. Bu ülkemiz adına gurur verişi bir başlangıçtır ve devamının mutlaka gelmedi gerekmektedir. Şimdiye kadar sahnelenen opera eserlerinin hep yazıldığı ülkenin diliyle icra edilmesi ve izleyenin o nedenle izlediğinden bir şey anlamaması da operaya olan ilgisizliğin başka bir boyutu olsa da opera eserlerinin kendi yazıldığı ülkelerde kendi dillerine orijin haliyle icra edilmesinin yanında ortaya çıkacak prozodi hatalarıyla birlikte sözlerin müzikle istenildiği gibi oturmaması sorunu da bu düşünceleri havada bırakıyordu.
Radikal gazetesi 5 Kasım 2006’da bir haber yayımlamış, “Operada geriye dönüş mü yaşanıyor? İstanbul Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne atanan ilk Türk olan Selman Ada’nın önceki gün Radikal’de yayımlanan açıklamaları tartışma yarattı” başlığıyla dikkatleri yeniden operaya çekmişti. “ Ada’nın hedeflerini anlatırken ‘İDOB Müdürü ve Genel Sanat Yönetmeni Kerim Soysal’la ekibiz, ben onun sağ kolu pozisyonundayım. İlk olarak repertuvarın yüzde 50’sinin Türk eseri olmasını planladık. Ama bunu ancak gelecek yıl başarabiliriz. İkinci Yüzde 50’nin büyük oranını da Türkçe oynamak istiyoruz. Eserleri orijinal dilinde oynamak Türk halkıyla bütünleştirici bir şey değil. Türkiye’de ‘Opera Türklerindir’ demek istiyoruz. Bu her zaman tartışıldı. Ama müdür ve müzik direktörü bu yönde bir araya gelmemişti. İlk kez İDOB tarihinde kurucumuz Aydın Gün’den sonra bu görüş yeniden hayata geçecek” demesi üzerine Türkiye’de daha önce de tartışılan ‘operalar orijinal dilinde mi yoksa Türkçe mi oynanmalı’ tartışması yeniden gündeme geldi. Ancak bu kez kimse bu fikre sıcak bakmadı. Hatta müzisyen ve eleştirmenlere göre bu ‘operadan geriye gitmek’ anlamına geliyor. İşte görüşler…” denilerek görüşlere de yer verilmişti. Yazının tamamını okumak isterseniz (bkz. http://www.radikal.com.tr/kultur/turkce-operaya-itiraz-var-793589/) Burada yapılan yorumların hepsini de çok faydalı bulmakla birlikte, Türk halkının da bu tartışmalara katılmasını, opera ve baleyi konuşmasını çok istiyorum. Sanıyorum buna en büyük katkılardan biri de hepimizin Türk opera ve balesini konuşup gündemden indirmemesi olacaktır. Ulu Önderimiz Atatürk’ün kaleme aldırdığı ve Ahmet Adnan Saygun’un iki ay gibi kısa bir zamanda sahnelediği “Özsoy Operası”ndan başlayarak üç perde ve 12 tablodan oluşan, cumhuriyetimizin ilk eseri olan bu muhteşem operayı tanıyarak konumuza başlayabiliriz mesela…
Silvan Güneş
Biyografi Yazarı
Alıntı & Kaynak & Fotoğraflar
[1] https://www.aa.com.tr/tr/yabancilarin-gozuyle-turkiye/sanat-aski-turkiyeye-bagladi-/1565901