Sultan Alaaddin Keykubat’ın Alanya’yı Fetih Hazırlıkları (I. Bölüm)

Alanya’nın fethedilmesi ile ilgili birçok yazı yazılmış olsa da bu konu ile ilgili en kapsamlı bilgileri İbn Bibi (Nasrettin Hüseyin) vermektedir. İbn Bibi’nin “El-Evamirü’l-’Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye Selçukname 2. Tercüme1" adlı eseri 1075-1306 yılları arasında rastlanan önemli olayları içeren ve Türklerin Anadolu’yu yurt edindikten sonraki yıllarda Selçukluları anlatan birkaç kitaptan bir tanesidir.

Anadolu Selçukluların hakkındaki tüm bilgilerin bu kitaba dayanması, burada vereceğim bilgilerin de ne kadar önemli ve değerli olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Türklerin o dönemlerde Mogol istilası nedeniyle yazılı pek çok kaynağın da Mogollar tarafından yakılıp yok olması, pek çok eserin ve geçmişe ait değerli bilginin günümüze kadar ulaşamamasına neden olmuştur. İbn Bibi ise sarayda yaşayan ve o devri en iyi şekilde anlatan, kaleme aldığı eser Farsça olan bir (münşi) kâtiptir.

İbn Bibi Alaaddin Keykubat ile ilgili bilgileri ise tamamen Alaaddin Keykubat devrinin yazarlarından olan ve onun hakkında en geniş bilgiyi veren Kaani-yi Tusî’nin Selçuknamesinden almıştır. İbn Bibi’nin annesi Bibi Müneccime ve babası Mecdeddin Muhammed Tercüman1232-3 yılında Celalettin Harzemşah’ın yönetimden düşürülüp öldürülmesinden sonra iki yıl Şam’da kalmışlar, bir süre sonra da Aladdin Keykubat’ın hizmetine girmişler,1233-1237 yılları arasına kadar bu hizmeti sürdürmüşlerdir. İbn Bibi Alaaddin Keykubat’la çağdaş değildir ve onlardan yıllar sonra Anadolu Selçuklu devletinin büyükleri arasında anışmış, eserini II. Gıyaseddin Mes’ud’un (1282-1296) saltanatının ilk yıllarında, Ata Melik Cüveyni’nin (1282) hayatının sonlarına doğru kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu eserin Aladdin Keykubat’ın ölümünün 47. yılında kaleme alındığı sonucuna varılmaktadır. Bu nedenle eserde yer alan ve Alladdin Keykubat’a, babası ve kardeşine yazılmış kasidelerin de çağdaşı olan Kaani-yi Tusî’ye ait olduğu düşünülmektedir.

İbn Bibi, Gıyaseddin Keykubat b. Kılıç Aslan’ın saltanatı sırasında (1267-1283) ölen babasının yerine “Darü’l-üinşa-yı saltanat/divan-ı tuğra” reisliğine getirilmiştir. Daha sonra yerine geçen ve 1296 yılına kadar Mogol İlhanlılarının sultanından sözde saltanat süren Mes’ud b. Kılıç Aslan’ın zamanında da yaşamış, Moğollar’ın Anadolu’nun yönetimine tayin ettiği Sahib Divan Şemseddin Cüveyni ile tanışmış, o sırada Moğollar adına Bağdat valiliği yapmakta olan Sahib Divan’ın kardeşi Alaaddin Ata Melik Cüveyni ile Bağdat’ta görüşmüştür. H. W. Duda’ya göre bu eser esas manasıyla ne bir kronik ne de pragmatik manada yazılmıştır, bu nedenle eser ancak bir hatırat olarak alanını belirleyebilmiştir. İbn Bibi çocuk yaşlarındayken Aladdin Keykubat’ı bir veya iki kere idrak etmiş, en son hükümdar ise GıyaseddinMesud b. Keyhüsrev (1280-1284) olmuştur. Çok önemli bir kaynak olmasına rağmen Hacı Bektaş-ı Veli (ölm. 1270) ve Mevlana Celalettin’i Rumi (ölm. 1272) hakkında hiçbir bilgi vermemiştir. Bu nedenle kendi dönemindeki önemli olaylardan bahsetmemesi nedeniyle yakın çağın tarihçileri tarafından eleştirilmektedir.

Alaaddin Keykubad’ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenmesinden ve yine bu hükümdarın Gürcü Tamara ile evlenmesinden hiç bahsetmemiştir. Kitapta sık sık kronolojik hatalara da rastlanmıştır. İnsan bunları okudukça, İbn Bibi’ye sitem etmeden duramıyor haliyle. Oysa tarih her bir nokta ve virgülüyle akışını, mesajını ve varılması gereken noktayı nasıl da belirliyor değil mi? Biliyorum ki bu satırları okuyan tarih meraklıları da benimle birlikte aynı şeyleri düşünecekler!..

Eserde şehirlerle ilgili bilgiler yetersiz olunca, daha sonra verdiği bilgilere alıştığımız Evliya Çelebi’yi insan her yüzyılda görmek istiyor. Hatta bu yüzyılda dahi! Şehir anlatıcılığı çok önemli bir konu, hele de günümüz yüzyılında bu kadar metropolleşmişken... Bir şehir nasıl yaşar? İçindeki insanlar neden hoşlanır veya hoşlanmazlar? Bunlar neye benzerler? Şehirler mi insanların kimliklerini mi değiştirmişlerdir yoksa insanlar güçlü kişilikleriyle daha önceki kimliğine şekil mi veriyordur? İşte bu sorular uzayıp gittikçe, her bir sokaktan, mahalleden, caddeden, semtten başka bir malzeme, hikâye çıkıyor. Bazı şehirler vardır okumadan bazı şehirler vardır yaşamadan anlayamayız. Onların içinden filizlenen insanlarla tecrübe edeceğimiz uyumsuzluklar ve bir türlü ortak noktayı bulamayışımızdaki nedenlerin hepsi de bu kendi içinde kendince gelişmiş kent kültürünün biçimlendirdiği insan tipinin aynasına yansıttığı; kendiyle ilgili bir meseledir. Tabbi ki dünden gelen ve geçmiş zamanların taşla temellerini attığı o kültürün bir uzantısı olarak onun gölgesinde, sıcağında serpilip gelmiş bir toplumun günümüzde gerek modern dünyanın teknoloji ile birlikte hayata kattığı değerler ve anlayışlarla birlikte, özellikle sahil kesimlerinde turizmle harmanlanmış kent havasının turizme adapte olmak için yerel halkın katkısı, gayreti, öngördüğü fikirlerle başka kimliklere bürünen kentlerin; sokak, mahalle, cadde hikâyeleri, artık pek de eskileri yansıtmamakla birlikte; ara sokakların içine girip eski terk edilmiş yapılarla karşı karşıya geldiğinizde, -biraz kendinizi de zorlayabilirseniz- sizi bir anda o zaman tünelinden geçirip, tarihin tozlu yollarına sürükleyerek bazı kokuları, tatları ve hatta acı, dramları görmenize yardımcı olabilir...

Belki ileride tıpkı filmlerde olduğu gibi bir zaman tüneli yapabilirler de işte çok merak ettiğimiz ve bir türlü tam olarak anlayamadığımız yerlerde, kişilerle zamanın tam ortasına düşer, anımız geçmişin içinde tarihle yüzleşirken, kimbilir bugünkü kafamızla o günü nasıl değerlendiririz?

Sultan Alaaddin'i İbni Bibi O Kadar Güzel Alatmış ki Sanırım Bugün Olayları Doğru Değerlendirmek İçin Önce Bildiklerimizi Unutmamız Gerekiyor

Yeniden İbn Bibi’nin kitabına dönecek olursak, hep merak ettiğim ve sizlerin de meraklandığı Alanya’nın fethi ile ilgili kızımla sizleri tıpkı kitaptaki gibi kesintisiz buluşturuyorum.

“Yüce Allah’ın sonsuz inayetinden ve kutsal âlemin uğurundan dolayı Sultan’ın mutluluk bayrakları ve saadet sancakları iyilik tepelerinde ve ikbal göklerinde yükselip ilerlemeye başlayınca adalet ve merhamet güneşi sıradan ve seçkin bütün halkın üzerine parladı. Huyunun iyiliği ve ahlakının güzelliği dolayısıyla ekinler ve hayvanlar üzerine semavi bereketler yağdı. Ülke sakinleri bahtı iyi olan onun mükemmel koruması altında rahata ve huzura kavuştu. Fesatlar, ateş yağdıran siyasetinden kaçıp kıyıya köşeye sindiler. Halkın her kesimi için sevinç ve mutluluk pazarında büyük bir hareketlenme ve canlanma gözlendi. Şarap ve kadeh arasında ayrılık gayrılık kalmadı; bilgi sahiplerinin kalpleri, doğruluk yolcularının içleri gibi tertemiz oldu. Eğlence ve neşenin seviyesi en yükseğe çıktı. Çalgıcılar, onun neşeyi artıran ve kaderi gideren şahane meclisinde sık sık ellerini saza[1] attılar.

Şiir:

‘Bir gün devrinin ve zamanının Hatem’i olan

Şah’ın huzurunda bilginler ve savaşçılar sağdan

ve soldan sohbet ederlerken.

Devrin padişahı, yeryüzünün hâkimi,

büyüklerin sığınağı ve ülkenin sahibi.

Şöyle dedi; “Bilmek gerekir ki Tanrı[2] bu dünyayı oyun için yaratmamıştır.”

Sultan söze şöyle başladı:

“Yüce Allah, varlıkların özü, yaratıkların seçkini, mübarek varlığı feleklerin yaratılmasına sebep olan ‘levlake’ tahtının sahibi Peygamber’e hazarda yapılacak işler hakkında ‘Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız’ buyurmuştur. Şimdi bizim de eğlence (bezm) rahatlığından kurtulup savaşıp (rezm) sazına el atmamız ve saltanat kanunlarını uygulamamız gerekir. Ülkenin her yerindeki halkın rahatını sağlamak ve cihangirlik görevini yerine getirmek için düşünce gözünüzü iyice açın. O düşünceden çıkarak sonuca göre harekete geçip savaşa bailayalım.”

Sultan’ın bu sözleri üzerine feleğin delice dönmesinden engin ve tecrübeler kazanmış, şehid Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in –Allah delilini aydınlatsın- hizmetinde seferlr-erde dert, acı ve sıkıntılar çekmiş, zamanın olayları ve günlerin zorluklarıyla tanışmış Ayas-ı Mecnun adıyla bilinen Emir-i ahur (kund-i stabl) Emir Esededdin; emirlerin büyüklerinden ve ileri gelenlerinden, mal, mülk, hazine ve define bakımından denize, madene ve çöle benzeyen, her zaman padişahın tahtının önünde bulunabilen, tacın ve tahtın övdüğü Emir Mubarizeddin Ertokuş, edep dizlerinin üzerine gelerek şöyle dediler: Yunan’ın mülkü ve İskender’in saltanatı, tamamıyla siz cihan padişahının eline geçti.

Şiir: 

“Deniz kenarında bir şehir var.

Onun kışı insana mutluluk veren bahar gibidir.

Kırı, laleden lal rengine bürünmüş olup,

Güzelliğinden dolayı suyunda taş yoktur.

Orası çok latif ve taze açmış bir gül gibidir.

Fakat var olan dikeni yüzünden rahat değildir.

Antalya gibi cennet güzelliğine sahip değilse de

Toprağı tamamen amber yapısındadır.”

dizeleriyle tasvir edilen Kolonoros (Alanya) kalesinin yanında gök düz bir araziye benzer. Orası geçit vermeyen dağlar, granit taşlardan yapılmış bir hisar ve deniz tarafından bir hendekle çevrilmiş olması yüzünden karada Sis topraklarına hakim olmuş, deniz tarafından ise Mısır padişahlarının üzerine ağır vergiler (bac) yüklemiştir. Yüksek yerleri (kongre) yıldızlara değen o kale siz padişahımızdan başkasına taht yeri olamaz. Şimdiye kadar Kayser soyundan din, adalet, mal ve tedbir sahibi padişahların hiçbirinin aklına oraya asker çekmek gelmedi.

Şiir:

“Çünkü o kalenin yolundan kartal uçamaz.

Oranın ormanında güneş yolunu kaybeder.

Eğer deniz tarafından oraya yol ararsan,

on çayı geçmen gerekir.

On çayın her biri Nil gibi dalgalı ve masmavi renkte.

Onların dalgası karşısında fil aciz kalır.”

şeklinde tasvir edilen o yer karşısında hepsi korkuya ve dehşete düştüler. Eğer siz cihan padişahımız biz kullarına emir verirse, muzaffer ordunun her karıncası bir ejderhaya, her sığırcığı bir Huma’ya her serçesi devrin padişahının inayet ve ihtimamı fezasında uçan bir kartala döner. Biz kullarınızın, ay ve güneş parlaklığında ikbale sahip olan siz padişahımızdan beklentimiz, mübarek çetr kartalını uçurup yola düşürmenizdir.

Şiir:

“Eğer karşımıza aslan da çıksa,

savaş sırasında bizim rahibimiz olamaz.

Eğer yolumuz granit ve kayalarla dolu olsa,

Saldırımız karşısında düz bir ovaya döner.”

O halde burçları balık burcuyla yarışan, başı göklere değen, şerefeleri gökteki aya, tabanı ise balıklara arkadaşlık eden

Şiir (Arapça):

“Temeli toprağın altına kök salmış,

üst kısmı ise yıldızlara ulaşmıştır.

Hiçbir yükseklik ona erişemez.”

şeklinde tasvir edilen o kaleye saltanat devletinin kullarının ipinin kemendine alalım ve o ülke denizinin incisini diğerlerinin sırasına dizelim.” dediler. Bu görüş Sultan’a uygun geldi. Onlara “Aferin” dedi. Sabah olunca hareket emrini verdi. Bir grup asker Konya’dan ayrılıp Aksaray’a vardı. Orası huzur ve rahat içinde eğlence meclisi (bezm) düzenledi. O meclisi eğlence araçları ve huri gibi sakilerle süsledi. O arada devlet büyükleri ve ileri gelenleri, ülke yöneticileri ve eşrafı her yandan cihan padişahının huzurunda bade içip çeng’in ve rebab’ın sesine kulak verirlerken bir yandan da adil ve dindar padişahın adını anarak gönüllerini huzurla doldurdular. Sonra sevince tutulmuş olan başları, şarabın etkisinden ağırlaşan meclis nedimlerinin (nudema-yı meclis) ve padişahın yakınlarının (hurefa-yı uns) her biri kendi yerine çekildi.”

İbn Bibi İslâmiyet'ten Sonra Türklerin Yaşamı Hakkında Bizlere Oldukça Derin Bilgiler Sunuyor 

İbn Bibi’nin eseri Sultannamesi’ni Farsça ve Arapça’dan çeviren Sayın Mürsel Öztürk’e buradan teşekkürlerimi bir borç bilirken, yukarıdaki metinde de göreceğiniz üzere, Türkler her ne kadar İslamiyet’i kabul etmiş olsalar da bu onların rutin yaşam biçimlerini, kültürlerini ve yaşam anlayışlarını da tamamen Arap kültürüyle harmanlamış anlamına gelmiyordu. Alanya’yı almak için Alaaddin Keykubat’ın sarayında önde gelenlerle toplanması, bu toplantılarda çeng ve rebap gibi ince sazlar çalmaları, şarap içmeleri ve bu şekilde kendi deyimleriyle gönüllerini huzurla kavuşturmaları, her birinin savaşa gitmeden önce nasıl moral kazandıklarının ve kendilerini buna nasıl hazırladıklarının da bir göstergesidir. Alaaddin Keykubad’ın Alanya’yı nasıl aldığı ve Alanya’da nasıl bir hayat sürdüğü konusundaki paylaşımlarımı bir sonraki yazımda okumanız dileğiyle…

Sultan Alaaddin Keykubat ve Selçuklu Türkleri'nin hayatlarının her alanında yer alan müzikle ilgili yaşantılarını, bunların boyutlarını öğrenmeniz bakımından önemli bir araştırmamı okumanızı tavsiye ederim. Yazının başlığı şöyle; "Sultan Alaaddin Keykubat ve Müzik - Şarap - Cenk"

Silvan Güneş

Biyografi Yazarı

Alıntı & Kaynak & Fotoğraf

[1] Bu cümleden de anlaşılmaktadır ki Türkler her meclislerinde mutlaka çok iyi saz çalan müzisyenleri sürekli saraylarında bulundurmaktadırlar.

[2] Türkler uzun bir süre Allah’a kendi dillerinde Tanrı olarak dile getirmişler ve fakat dinin yüzyıllar sonra daha çok Arap kültürüyle sık ilişkiler ve dil etkileşimi nedeniyle güncel hayattaki kullanımı zaman içinde Allah olarak yerini almıştır. Ayrıca şarap ve kadehin arasında ayrılık gayrılığın kalmaması ve müziğin buna eşlik etmesi, I. Alladdin Keykubad’ın daha sonraki yazılarımda paylaşacağım bilgileri de bir araya getirdiğinizde yemesini, içmesini, eğlenmesini de çok seven bir padişah olarak kişiliği, karakteri, insanlığı kafanızda şekillenecektir.

11.06.2021